12 Mart 2013 Salı

SALİH BİLİCİ,'NİN GÜVENLİK UZMANI ÖZGE KILINÇ RÖPORTAJI

Türkiye Gazetesi muhabirlerinden Salih Bilici’nin, SSNet yöneticilerinden Özge Kılınç ile yaklaşık bir ay kadar önce, geçtiğimiz Kurban Bayramı öncesi gerçekleştirdiği röportajı SSNet takipçileri ile paylaşıyoruz. Suriye odaklı söz konusu röportajda, kısaca Türk Silahlı Kuvvetleri’nin mevcut vaziyeti de kısmen ele alınıyor. Röportajdaki resimlerin kullanılmasına katkı sağlayan değerli Mönch Türkiye (Savunma ve Havacılık) redaksiyonuna bu vesileyle SSNet adına da tekrar teşekkür ederiz.

Savunma Sanayi ve Güvenlik Uzmanı Özge Kılınç: ‘Suriye ile kıyaslanamayacak güçteyiz’

Savunma Sanayi Araştırmacısı ve İç Güvenlik Uzmanı Özge Kılınç ile Türk ordusunun genel askeri durumunu ve olası bir Suriye savaşını konuştuk. TSK’nın kara, hava ve deniz gücü ne durumda?

Kılınç çarpıcı rakamlarla mevcut durumu anlattı. TSK’nın konvansiyonel bazda kara, hava ve deniz gücü olarak Suriye ile mukayese edilmeyecek bir güce sahip olduğunu dile getiren Kılınç, modern hava savunma sistemleri açısındaysa Türkiye’nin zaaf yaşayabileceğini belirtti.

Salih Bilici

Savunma ve Havacılık Dergisi Editörlerinden, Savunmasanayi.net yöneticisi, eski Turkish Defence Genel Yayın Yönetmeni, Savunma Sanayi Araştırmacısı ve İç Güvenlik Uzmanı Özge Kılınç, Türk ordusunun olası bir savaşta Suriye’yi birkaç hafta içinde bertaraf edecek güce sahip olduğunu söyledi.

Türk ordusunun genel durumunu gazetemize anlatan Kılınç, TSK’nın konvansiyonel bazda kara, hava ve deniz gücü olarak Suriye ile mukayese edilmeyecek bir güce sahip olduğunu dile getirdi. Modern hava savunma sistemleri açısındaysa Türkiye’nin zaaf yaşayabileceğini belirten Kılınç, “Seyir ve balistik füzelerine karşı bir yüksek irtifa korumamız maalesef pratikte yok” dedi.

TSK’nın saldırı ve savunma gücünü bazı rakamlar eişliğinde ayrıntılarıyla anlatan Kılınç’la yaptığımız söyleşi:

Özge Bey, olası bir Suriye savaşında ordumuz başarılı bir sınav verebilir mi?

Her ne kadar ben Türkiye’nin çeşitli siyasi ve ekonomik sebeplerden dolayı Suriye ile herhangi bir uzun vadeli, topyekün bir cephe savaşına cesaret edebileceğine inanmasamda ve tüm bu gelişmeleri parlamento tezkeresine rağmen bir blöf olarak değerlendirsemde, genel olarak bu sorunun cevabı net bir evettir.

Türkiye bölgesel bir askeri güçtür ve olası bir konvansiyonel savaşta, – her ne kadar „üç saatte Şam’a gireriz“ gibi askeri uzmanlıkla bağdaşmayan komik safsatalar son derece saçma olsa da – Türk Silahlı Kuvvetleri, zaten bölünmüş olan Suriye ordusunu havadan, karadan ve denizden bir kaç hafta içinde terbiye ve bir kaç ayda da bertaraf eder.

Suriye’nin muharip uçak miktarı ve bunların mevcut vaziyetleri hiç de iyi durumda değil. Keza donanmaları ve kara kuvvetleri de öyle. Askeri güç olarak bizden üstün tek artıları satıhtan satha, yani karadan karaya atılan balistik füze kabiliyetleri. Ayrıca füze tabanlı uçaksavar sistem ağları da bizim mevcut kabiliyetlerimizden çok daha gelişmiş durumda.

Allah (c.c) rahmet eylesin, 22 Haziran 2012 günü Doğu Akdeniz’de Suriye kıyıları açıklarında, sahile yaklaşık 13 mil uzaklıkta ateşe maruz kalan ve 8.6 mil mesafeye düşen, 77-0314 seri nolu, 32 yıl önce ABD’de üretilen, daha sonra yerli ASELSAN ve yine 1. Hava İkmal Bakım Merkezi ortaklı, Işık projesi kapsamında modernize edilen RF-4 ETM tipi taktik keşif uçağında şehit düşen Hv. Plt. Yzb. Gökhan Ertan ve Hv. Plt. Tğm. Hasan Hüseyin Aksoy pilotlarımızın uçaklarının düşmesine yol açan silah platformu kuvvetle muhtemel Suriye’ye ait Pantsir tipi bir gelişmiş mobil uçaksavar platformuydu.

Bazı amatör kaynaklı ‘Uçağımızı Rus savaş gemisi vurdu’ iddiaları, komplo teorilerine kültürel olarak bayılsakda gerçekleri yansıtmıyor. Bahsettiğim söz konusu mobil uçaksavar, kuvvetle muhtemel NATO kodu SA-22 Greyhound olan Pantsir S1 tipi. Dikkat edilirse, Türkiye olay günü düştümü, düşürüldümü mevzusunu kara kara düşünürken, Suriye bu uçağı düşürdüğünü birden açıklayıverdi ve dediki biz bu uçağı bir uçaksavar topuyla düşürdük.

Uçak asla uçaksavar top mermisi yüzünden düşmedi elbette, bu kesin. Zaten 8 mile uçaksavar topunun menzilinin yetmeyeceği de ortada. Aslında Suriye burada kısmen tam yalan da söylemedi. Tamam uçaksavar topunun yatay menzili 8.6 mil noktasına erişemez ama söylediğim SA-22 diye bir sistem var Suriye’nin elinde ve bunu Rusya‘dan temin edeli iki üç sene ancak ya oldu ya olmadı. Nedir bu peki? Bir kamyon platformuna entegre edilmiş kombine bir modern uçaksavar sistemi. Silah ve mühimmat sistemi hem 30 mm’lik duble bir uçaksavar topundan oluşuyor, hemde 12 adet telsiz güdümlü uçaksavar füzesinden. Bu platformun iki namlulu 2A38M tipi 30 mm’lik makinalı topuyla uçağımızın düşürülmüş olma ihtimali yok zira top menzili 4 km.

Uçağımız kuvvetle muhtemel bu sistemden ateşlenen 57E-6E tipi güdümlü füzesiyle vuruldu. Sistemde 12 tane bulunan füze 20 km menzilli ve yine 20 kg harp başlıklı. Dolayısıyla bu füze 8 mile rahatlıkla erişebilecek bir mühimmat. Bu mühimmatın bir özelliği de, hedefini doğrudan isabet ederek vurmadan sensörleri sayesinde yakınında da patlayabilmesi ve hedefini parça tesiriyle doğrudan vurmadan etkisiz hale getirebilmesi. Düşen uçağımızın radar ikaz alıcısı da (RWR) bulunuyordu ama bu Pantsir sisteminin gelişmiş radarının hedefine sürekli olarak kilitlenmesi anlamına da gelmez. Füzeyi telsiz kontrolüyle de tespit ettikten sonra hedefe yöneltebiliyorsunuz, dolayısıyla bu kilit atmadan da gerçekleşebiliyor.

Dolayısıyla Şam’a kara yoluyla turistik gezintiye gitmek isteseniz dahi oraya üç saatte varamazsınız. Kaldı ki karşınızda iyi kötü bir ordu var; siz koca bir askeri gücü oraya intikal ettirmeye çalışırken onların da elleri armut toplamayacaktır herhalde? ABD gibi bir süper güç bile 2003’te koalisyon güçleri ile birlikte Bağdat’a 32 günde girebildi Saddam’ın ordusunun ölüsünün suyunun suyuyla savaştığı halde.

Ayrıca unutulmamalıdır ki Suriye, dünyada kimyasal mühimmat açısından hatırı sayılır kabiliyete sahip bir ülke. Suriye’nin olası bir konvansiyonel savaşta köşeye sıkışması halinde, bu tür gayri-konvansiyonel kitle imha silahlarını kullanmayacağını kimse garanti edemez. Türkiye’nin Nükleer Biyolojik Kimyasal (NBC) bekası ve Suriye’nin satıhtan satha ateşleyeceği balistik füzelere karşı hususunda stratejik bir zaafı olduğunu da inkâr etmek mümkün değil.

İlk olarak 1972’de, İsrail’e son defa saldırdıkları (1973) Yom Kippur Savaşı öncesi Mısır üzerinden temin ettikleri kimyasal silahlara sahip olan ve sonradan kendilerinin ürettiği, Suriye’nin tonlara varan kimyasal mühimmatları arasındaki çeşitler: kükürt kloril içeren yakıcı özellikli iperitten (hardal gazı), sinir siteminine yönelik, felce yol açan yüksek derecede toksik, yani zehirli sarin gazına kadar varıyor. Suriye’nin insanı hemen öldüren, VX tipi kimyasal silah üzerinde de çalıştığından şüpheleniliyor ama bunun henüz kesin bir kanıtı yok.

Nedir bu füzeler?

Bunlar başta karadan karaya atılan NATO kodu SS-1c ve d olan SCUD-B ve C serisi 300 ila 550 km menzilli güdümsüz balistik füzeler. Bunun haricinde Suriye geçmişte, 1983 yılından itibaren, daha kısa, 120 km menzilli 100 adet NATO kodu SS-21 Scarab-B olan füze temin etmişti ki bunların şu an en az 30′u halen çalışır vaziyette.

Bu füzeleri kimyasal mühimmat harp başlığı monte ederek ateşlemek ve bunun haricinde bu kimyasal mühimmatların bir kısmını klasik topçu ateşiyle de hedefe sevketmek mümkün.

Yalnız şunuda eklemek isterim. Bu askeri sentezli bir röportaj. Kimyasal silahları askeri açıdan çok büyütmemek gerek, bu nükleer silah gibi stratejik manada çok korkunç bir fenomen değil. Bu tür silahların psikolojik etkisi, reel etkisinden daha yüksek. Kimyasal silahlar ile, eğer denk getirebilirseniz, yerleşim bölgelerinde ancak sivil halka bir miktar zarar verebilirsiniz ve halk arasında ancak paniğe yol açarsınız -Almanların İkinci Dünya Savaşı sırasında başta İngiltere, Fransa, Belçika ve Hollanda olmak üzere attıkları 3200 kadar V2 (resmen A4) tipi balistik füzelerde de söz konusu olduğu gibi- bunların askeri açıdan stratejik ve taktik çok fazla değerleri bence yok.

Birde tarihten bir hatırlatma yapmakta fayda görüyorum. İsrail 1973’te Yom Kippur Savaşı’nda, savaşı lehine çevirdikten sonra güneyden Şam’ın 50 km açıklarına geldiği halde, Suriye elindeki kimyasal silahları kullanmaya, birazda İsrail’in nükleer kabiliyetinden çekindiğinden dolayı cesaret edememişti.

Dolayısıyla maalesef karadaki füze tabalı hava savunma sistemi konusunda özellikle uzun menzilli, yüksek irtifa uçak-füzesavar kabiliyeti hususunda çok uzunca bir süredir sınıfta kaldık ve bu konu çok ihmal edildi. Şu an itibariyle Türkiye’nin olası bir savaşta, düşman cephesinden gelecek herhangi bir satıhtan satha balistik veya havadan/karadan/denizden atılabilecek seyir füzelerine karşı bir yüksek irtifa koruması pratikte maalesef yok.

Bu kabiliyet bir kaç sene öncesine kadar artık antika klasmanına giren Nike Hercules sistemleri ile karşılanmaya çalışıldı ama o da sadece yükseten uçan hantal uçaklara karşı. Dolayısıyla Türkiye kısa bir süre öncesine kadar yarım asırdan fazla geçmişi olan bir teknolojiyi kullanmıştır. Bunu dost düşman zaten herkesin bildiği için bu kadar rahatlıkla söyleyebiliyorum.

Hava kuvetlerimizin durumu nasıl?

Modern diyebileceğimiz savaş uçağı miktarımız bugünler itibariyle en son alınmakta olan 30 adet F-16 uçağıyla 240 adet F-16 ve kalan 50 adet F-4E 2020′lerden oluşan uçaklarla toplam 290 muharip jetten ibaret. Bu ne süper, ne de küçümsenecek bir miktar.

Orta ve uzun vadede radar izi, yani elektronik görünürlülüğü düşük, bizim konuya alakasız medyanın birazda abartarak ‘hayalet uçak’ dediği, en az 100 F-35A taarruz uçağının tedarik edilmesi planlanıyor ve eğitim maksatlı altı uçaktan ilk ikisinin siparişi bu yıl içinde verildi. Bu uçaklar en erken 2015 yılında teslim edildikten sonra, ABD’deki eğitim uçuşlarının ardından 2016 yılında ülkemize getirilecek. İleride muhtemelen Eskişehir ve Konya’da da konuşlandırılması düşünülen F-35A uçaklarının tam operasyonel özellik kazanması gereken ilk filoları için daha en az rahat yedi sekiz sene daha beklememiz gerekiyor sanırım.

Suriye hava kuvvetlerin ise füze tabanlı hava savunma sistem ağı iyi durumda olmakla birlikte, savaş jetlerinin belkemiğini MiG-21 Fishbed ve MiG-23 Flogger gibi demode uçaklar oluşturmakta. Daha yüksek performanslı emektar MiG-25 Foxbat ve MiG-29 Fulcrum gibi uçaklarınınsa hem sayıları az, hem de bunların da bir çoğunu lojistik destek sorunlarından dolayı doğru düzgün uçuramamaktalar.

Türk Donanması Akdeniz’de caydırıcı bir güç olarak biliniyor. Donanmamızın son durumu nedir?

Benim şahsen modern manada en beğendiğim kuvvetimiz, bir karacı olsamda Hava Kuvvetlerimizden de önce Türk Deniz Kuvvetleri’dir. Bakın modern muharip su üstü platformlar bazında 16 adet firkateynimiz var. Bunlar Almanya’dan yeni olarak alınan ve çoğu Türkiye’de teknolojik transfer sayesinde inşaa ve monte edilen ve 1987-89 yıllarında teslim alınan dört adet Yavuz (MEKO 200 TN) ve 1993-2000 yıllarında teslim alınan yine dört adet Barbaros (MEKO 200 TN-2A ve B) sınıfı firkateynler. Diğer 8 firkateynimizse ikinci el ABD menşeili ve eski Oliver Hazard Perry sınıfı, bizdeki sınıflandırılmasıyla Gabya. Fakat bu 8 platform, Gemi Entegre Savaş İdare Sistemi (GENESIS) kapsamında başarıyla günümüzün modern harp şartlarına göre uyarlandı ve bildiğim kadarıyla 8 gemiden en az 7′si başarıyla modernie edilerek donanmamıza yeniden katılmış vaziyette.

Mevcut denizaltı filomuz da oldukça iyi durumda. Hepsi sessiz ve modern, tamamı bu konuda dünyaca meşhur olan Almanya kaynaklı, 1976-2007 yıllarında 31 senede tedarik edilen üç sınıf: 6 adet Atılay (Tip 209/1200), dört adet Preveze (Tip 209/1400) ve dört adette Gür (Tip 209/1400mod) sınıfı olmak üzere, son derece modern son 8′i daha bir 20-25 yıl kadar rahat kullanılabilecek olan toplamda 14 tane iyi durumda denizaltımız var.

Orta ve uzun vadede yine Almanya menşeili altı adet Tip 214 sınıfı, havadan bağımsız tahrikli (AIP), su altında, su yüzüne çıkmak gereği duymadan rahatlıkla iki hafta, yine gerekirse zaruri şartlarda su yüzüne çıkmadan su altında azami dört hafta kalabilen bu denizaltılar da Türkiye’de Gölcük tersanesinde üretilerek tedarik edilecek.

Ayrıca 6′sı artık güncelliğini yitirsede Burak sınıfı (eski Fransız A69 Aviso/D’Estienne d’Orves sınıfı), artı bir adet yeni öretilen yerli Milgem serisi korvet (F-511 TCG Heybeliada) ile birlikte 7 korvetimiz, çoğu güdümlü mermili ve yine Almanya kaynaklı 27 modern hücumbotumuz (4 Doğan, 4 Rüzgar, 2 Yıldız, 9 Kılıç, 8 Kartal sınıfı) 16 modern mayın avlama gemimiz ve 4 mayın tarama gemimiz bulunuyor. Dolayısıyla denizaltılarımız dâhil muharip gemilerimizin çoğu Almanya menşeili ve bunlar genelde son derece modern ve/veya oldukça iyi durumda.

Suriye’nin ise topu topu iki hafif firkateyni var ki bunlar orijinali 1950′li yıllarda eski SSCB tarafından geliştirilen, güdümlü füzesi dahi bulunmayan iki adet 76 mm’lik toplu, Çin’den ikinci el olarak aldıkları gemiler. Bunun haricinde Çin’den 20 adet Osa ve Osa II sınıfı, yine İran’dan da TIR-II sınıfı olmak üzere tedarik edebildikleri 20 adet demode hücumbotları var. Ayrıca geçmişte üç antika denizaltı aldılar ve başka denizaltıları da yok. Dolayısıyla Suriye’nin deniz kuvvetleri de yumuşak karnını oluşturmakta.

Böyle bir savaşın bize maliyeti ne olur?

İşte bu soru çok önemli. Suriye’yi klasik bir savaşta elbette yeneriz yenmesine fakat topyekûn kısa sürmeyen bir cephe savaşının Türkiye’ye maddi ve manevi külfeti de küçümsenmeyecek potansiyele sahip. Yani olası orta vadeli bir savaşta yara alacağımız da malum. Dolayısıyla bu savaşın elbette bir de bedeli olacaktır. Bakın Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında, iki etapta, 20-22 Temmuz ve 14-16 Ağustos 1974 tarihlerinde, yani net sadece altı günde bile 498 askerimiz şehit düştü, Bin 200′ü yaralandı. Buna Kıbrıs’taki sivil ve milis kayıp ve şehitlerimiz dâhil bile değil.

Suriye’ye göre ileri bir noktadayız. Batı ülkelerine (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere) ve hatta İsrail ve Rusya gibi ülkelere göre göre hangi durumdayız? 

Avrupadan Almanya ve Fransa gibi ülkeler, dünyada Gayri Safi Milli Hasıla bazında sırasıyla Avrupa Birliği’nin 1. ve 2.; dünyanınsa ABD, Japonya ve Çin’den sonra 4. ve 5. büyük dev ekonomileridir. Ayrıca ABD, Rusya, İsrail ve Fransa gibi ülkelerden, Almanya haricinde hepsi nükleer mühimmata sahiptir. İran’ınsa SSCB dağıldıktan sonra bir kaç adet “eşantiyon” atom bombasını (bunlar uçaktan atılan klasik serbest düşüş bombası şeklinde) başka kanallardan temin ettiğini geçmişte bizzat Rus generalleri iddia etti fakat buna yine de spekülatif bir husus diyelim. Kanaatimce spekülatif olmayan husus ise İran’ın, nükleer manada silahlanmayı resmen doğrulamasa da, bunu muhtemelen stratejik bir hedef olarak seçmiş olduğudur.

İsrail’e gelince; bu ülke bölgesel bir askeri güçtür, caydırıcıdır ve somut bir tane örnek vermek gerekirse, ABD’den sonra ve Türkiye’den önce en çok F-16 uçağı temin etmiş bir ülkedir (İsrail 1980-2009 yıllarında çeşitli model ve konfigürasyon [A/B, C/D, I] en az 362 adet F-16 uçağı tedarik etti).

Bakın, İsrail dört defa, 1949 (Bağımsızlık), 1956 (Süveyş/Sinai), 1967 (Altı Gün) ve 1973 (Yom Kippur) muharebelerinde kendisiyle topyekûn savaşan ve genelde saldıran Mısır, Suriye, Irak, Ürdün ve Lübnan… gibi Arap sentezli ülkelerinin, tabiri caizse “tozunu attırmıştır”.

F-16’yı bir muharebede ilk defa kullanan ülke de yine İsrail’dir. Nitekim 1981’de sekiz tane F-16 ile hiç kayıp vermeden Irak’ın Bağdat yakınlarındaki nükleer santralini, santral devreye girmeden bir kaç gün önce bombalamıştır ve ayrıca bu vesileyle çok da barışcıl olmayan “önleyici vuruş” saldırı taktiğinin de mucididir.

Ayrıca resmen doğrulanmasa da İsrail; ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore ile birlikte askeri açıdan bir nükleer güçtür ve ilk defa 1967 yılında atom bombalarına sahip olmuştur. Hatta 1973’te Yom Kippur Savaşı son anda İsrail lehine dönmeseydi, İsrail ordusu az kalsın nükleer silah kullanma opsiyonunu bile masaya yatırmıştı.

İsrail, konvansiyonel açıdan 400’ün üzerinde F-16 (F-16 A/B, C/D ve I konfigürasyonlu) ve F-15 (F-15 A/B, C/D ve I konfigürasyonlu) tipi savaş uçağı yanında, 2000 kadarı efsanevi Merkava tipi tank modelleri (Merkava Mk. I, II, III, IV) olmak üzere 3500 ana muharebe tankına, Arrow II, Patriot ve Iron Dome tipi gelişmiş güdümlü füze bazlı muazzam bir uzun menzilli hava savunma sistem ağına sahiptir.

Ayrıca donanmasında Almanya’dan temin ettiği dört adet Dolphin sınıfı denizaltı da bulunmaktadır; bu denizlatıların miktarı uzun vadede yediye çıkacaktır. Son derece sessiz bu denizaltıların en önemli özelliği, standart 6 x 533 mm çaplı torpido kovanları yanında, 4 x 650 mm çaplı daha büyük kovanlara sahip olmasıdır. Batının en meşhur ve en büyük konvansiyonel denizaltı üreticisi Almanya’nın TKMS bünyesindeki son derece meşhur HDW tersanesi, şimdiye dek sadece bu Dolphin sınıfı denizaltılar için bu tartışmalı kovanları öngörmüştür. Türkiye dâhil hiç bir NATO ülkesinin denizaltısında 650 mm çapta bir torpido kovanı yoktur. İsrail bu denizaltıları, İran’a saldırarak, düzinelerce İran hedefini havadan jetleriyle ve karadan füzeleriyle vurduktan sonra, İran’ın cevabına göre muhtemelen ikinci vuruş maksatlı olarak Körfez’in derinliklerinde konuşlandıracaktır.

Almanya’da durum nasıl?

Kamuoyunun pek bilmediği bir husus var – ki hatta arada “Almanya’nın ordusu var mıydı ki?” diye soranlar bile oluyor – o da bundan 20 yıl önce Avrupa’da batının en çok modern tank ve savaş uçağına sahip ülkesinin Almanya olduğudur. Hatta Almanya, ordusundaki asker sayısı açısından bile NATO’da ABD ve Türkiye’nin ardından hemen sonra gelmekteydi.

Bugün Almanya’nın tüm sınırlarında yer alan dokuz sınırdaş komşularının çoğu AB ve/veya NATO olmak üzere tamamı dost ülkelerdir. Buna rağmen Almanya, ordusundaki asker sayısını düşürmekle birlikte, federal silahlı kuvvetlerinin envanterinde önemli miktarda, son derece modern Eurofighter tipi savaş uçağı, Tip 212A sınıfı denizaltı, F123/124/125 sınıfı firkateyn, K130 sınıfı korvet, MIM-104 Patriot (PAC-3) tipi uçaksavar füze sistemi, Leopard 2A6 tipi ana muharebe tankı, PzH 2000 tipi kundağı obüs, G36 piyade tüfeği, daha bir çok modern silah, teçhizat ve mühimmat bulundurmaktadır.

Finansal açıdan somut bir örnek vermek gerekirse Almanya’nın 2013 yılında savunmaya ayırdığı bütçe 33,3 milyar avrodur ki bunun önemli bir oranı personel giderlerinden çok önce yeni silah alımlarıdır. Bu bütçe, güncel kurla 43 milyar dolara ($ABD) yakındır. Bizim savunma bütçemiz ise 2013 yılında % 12 artırıldığı halde (Jandarma ve Sahil Güvenlik hariç) sadece 20,3 milyar TL’dir ki bu da yaklaşık 12 milyar dolar ($ABD) anlamına gelmekle birlikte bunun da arslan payını personel giderleri ile işletme masrafları oluşturmaktadır.

Bizde yeni silah alımına ayrılabilen pay ise sadece 3 milyar dolar ($ABD) civarındadır. Yani etrafı dost ülkelerle çevrili, 200 binin altında askeri olan Alman ordusunun bütçesi, içeride ve sınırında bir çok tehdit unsuru barındıran, 500 bine yakın askeri olan (barışta İçişleri Bakanlığı’na bağlı Jandarma ve Sahil Güvenlik askeri mevcudiyeti hariç) Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütçesini kabaca üç buçuk defa katlamaktadır. 

Türkiye’nin etrafı adeta bir ateş çemberi. Malatya’da kurulan Füze savunma sisteminin bize bir faydası olacak mı?

Malatya’nın Kürecik ilçesine konuşlandırılan söz konusu tesis, sistemin kara radarı bileşenleri ile kısmen faaliyete geçti bile. Dolayısıyla Türkiye’de füze olmayacak, sadece radar bulunacak. 2020 yılına kadar kademeli olarak çeşitli silah ve kuvvet unsurları yanında, gemi konuşlu deniz radarları ve Doğu Akdeniz’de seyreden ABD’ye ait muhrip gibi savaş gemilerinde bulunan SM-3 füzeleri de bu hava savunma ağına entegre edilmekteler. Özellikle karadan karaya atılan balistik füze tehdidine karşı oluşturulan bu hava savunma kalkanının kara konuşlu füzeleri Romanya ve Polonya’ya yerleştirilecek. İspanya’da da benzeri füzeler mevcut. Füzelerin kontrolü ise Almanya’nın Ramstein Hava Üssü’nde resmen NATO’nun elinde. Ramstein Hava Üssü, ABD’nin yurt dışındaki en büyük hava üssü ve ABD’nin Avrupa’daki hava gücünün merkez komutanlığı konumunda.

Savunma sistemleri uzmanısınız. Biraz da bizdeki savunma sanayinin durumunu sormak istiyorum. İnsansız hava aracı ile ilgili gelişen bir teknolojimiz var. Siz gelinen noktayı nasıl buluyorsunuz?

Öncelikle buradan son derece başarılı bir müsteşar olarak bulduğum Sayın Murad Bayar’ı tebrik etmek istiyorum. İnanin bu bir suni sentezli sembolik bir iltifat degil, içten söylüyorum. Sayın Bayar işini dört dörtlük yerine getiriyor ve Savunma Sanayii Müsteşarlığı çekirdeğinden yetişmiş, vatansever, spesifik konuya hakim, safkan bir profesyönel ve değerli bir müsteşar kendisi.

İnsansız Hava Aracı (İHA) tasarlamak kağıt üzerinde kolay gözükebilir ama uygulamada çok zor çünkü adı üstünde araç insansız bir uçak, oyuncak bir maket değil. Hatta pilot kontrolündeki uçaklara göre bile daha karmaşık bir sistem. Bu işin önce bir platform tasarım aşaması var. Belirlenen ihtiyaca göre gövde aerodinamiği ve bu gövdeyi istenilen keşif, gözetleme gibi görevleri icra edebilmesi için aracı itecek ve yüksek irtifaya tırmandıracak uygun motor bulunması gerekiyor. Bunun haricinde aracın seyrüsefer/navigasyon, kamera ve telekomünikasyon sistemleri yanında birde işin uçağın kontrol edildiği yer istasyonu ayağı var. 

Biz bu konuda ANKA projesi ile henüz öğrenme devresindeyiz. Başkalarının belki 20 senede öğrendiğini biz sekiz senede yapmaya çalışıyoruz. Örneğin gündemde olan kamuoyunda popüler MQ-1 Predator’ün geçmişi bile 1990′ların ortasına, yani neredeyse bir 20 sene öncesine dayanıyor.

Gövde tasarımı haricinde bu hava aracına otonom hareket etmesi için bazı yapay zekâ kazandırmak zorundasınız. Bunlar misyon bilgisayarı ve yazılımdır. Ve tabi bu bilgisayar ve yazılıma bağlı diğer donanım (Ataletsel Seyrüsefer-INS ve Küresel-Konumlama-GPS tabanlı navigasyon sistemleri, Elektro/Optik-E/O sensorlar, altimetreler, basınç ölçer vs destekleyici donanımlar olmak zorunda).

Bakın İHA konusunda dünyada lider konumunda yer alan ülkelerden ABD yanında bir İsrail dahi, bizim de toplamda 180 milyon dolara ($ABD) satın aldığımız 10 adet Heron örneğinde de olduğu gibi, bu uçağın dahi motorunu Avusturya’dan Rotax firmasından alıyor. Dört zamanlı bu benzinle çalışan piston motorlarını dahi kendi yapmıyor. Heron, gerek genel, gerekse havacılık açısından dünyanın ileri teknolojik devleri arasında yer alan Almanya, Fransa ve Hindistan gibi ülkeler tarafından dahi kullanılıyor.

Keza biz de henüz prototip safhasındaki ANKA projesinde başlangıç itibariyle Almanya’daki Thielert şirketininin 135 BG’lik (99 kW) Centurion 2.0 tipi piston motorunu seçtik. Bu dizel motorunda hem motorin (mazot), hemde klasik jet uçak yakıtı kerosen (Jet-A1) kullanılabiliniyor.

Dolayısıyla bir İHA’nın hemen tamamen tüm komponentlerinin yerli olması da illaki gerekmiyor. Şimdi biz bir ekip kurarak ve bu ekibe maddi imkânları tanıyarak uçan bir prototip üretebildik. Kanımca ilk prototipler performans olarak beklenen seviyede olmasa bile bir sonrası istenilen seviyede olacaktır. Özellikle havacılık sektöründe proje tecrübesi olan mühendislere çok ihtiyaç var. ANKA, HÜRKUŞ gibi projeler bize bunu kazandırıyor aynı zamanda. İnsansız hava araçlarında da biraz fazla sabır gerekiyor. 

Bakın İsrail, 1980′lerden beridir insansız hava aracı üreten bir ülke ve dünyada ABD ile birlikte İHA konusunda lider konumunda dedim. İsrail daha öncede, 1970′lerde KFIR adı verilen, Fransız Mirage 5 uçaklarından devşirme yerli bir uçak üretebilecek bir kapasitede havacılık sanayine sahip bir ülkeydi. Sadece bizim demin bahsettiğim F-4E modernizasyonunda değil, pek çok doğu Avrupa ve Güney Amerika ülkesinin savaş uçaklarının, radarları başta olmak üzere aviyonik modernizasyonunu yaptı; ve ayrıca bir savaş uçağının ihtiyaç duyabileceği havadan havaya ve havadan yere mühimmat üreten bir ülke. 

İHA’lar bakımından bakıldığında, bu araçlar uzaktan kumanda ile uzun süreler, menziller ve irtifalarda görev yapan, kamera vb sistemleri aracılığıyla topladıkları verileri merkeze aktaran sistem platformları. İsrail, 80′lerden beridir Popeye (AGM-142) adı verilen ve bizim hava kuvvetlerimizde de F-4E 2020 uçaklarıyla kullanılan, 80 km menzilli, hedefin görüntüsünü kullanıcıya ileten ve böylelikle uzaktan kumandalı bir şekilde hedefe yönlendirilebilen son derece gelişmiş füzeler üretebilmekte.

Bu bakımdan uçan bir cisimden operatöre veri iletimi konusunda bizimle kıyaslandığında asgari 30 senelik bir bilgi birikimleri mevcut. Türkiye daha yeni yeni savaş uçakları ve helikopterler için, yerli diyebileceğimiz akıllı mühimmat üretmeye başladı. Yine savaş uçakları için milli elektronik karıştırma ve füze ikaz sistemleri dizayn etmeye başladı. Daha tek bir uçağımızı dahi milli bir modernizasyona tabii tutamadık. Bu bakımdan bakıldığında İHA aracı geliştirmek, İsrail ile kıyaslandığında bizim için çok yeni ve zor bir olay. Daha yolun başındayız ve öğrenecek çok şeyimiz var. 

İsrail’den aldığımız savaş uçaklarında dost-düşman tanıma yazılımın sorunlu olduğu iddia edildi. Bu durum düzeltildi mi?

Aslına bakacak olursanız burada genel manada düzeltilecek her hangi bir bir teknik şey göremiyorum ben. Bu sadece ABD veya İsrail’den alınan silahlara özel değil. Her kimden silah alacak olsanız, bu gibi sorunlarla karşılaşabilirsiniz. Bu bakımdan size en az sorun çıkaracak ülkeden alımınızı yapmak istersiniz. Türkiye’nin önümüzdeki bir 20 senede ancak ciddi sistemleri kendisinin üretebileceği düşünüldüğünde, en azından proje bazında geliştirme aşamasından başlamak kaydı ile başka ülkelerle ortaklaşa silah geliştirme projelerine katılması düşünülebilir.

Ancak burada da ne kadar ekmek, o kadar köfte prensibi, ortak projelerden kazanacağınız bilginin koyacağınız para ile ülkenizin sanayi ve entelektüel birikimi kadar olacağının unutulmaması da gerekecektir. Genel olarak donanım ve yazılım başkası tarafından yapıldıysa düşük bir ihtimalde de olsa bu sistemler içerisine istedikleri zaman çalıştırabilecek gömülü yazılımlar yerleştirilebilirler.

Aynen bilgisayarınıza sanal virüs ve/veya truva atı girmesi gibi, sizin haberiniz olmadan sistemi karıştırıp, yazılımları kullanılamaz hale getirebilirler. Ama bunlar sadece komplo teorileri ve şimdiye kadar pratikte kanıtlanmış değil.

Biz ülke olarak T-129 taarruz taktik/keşif helikopteri veya deniz sektöründeki MİLGEM gibi projelerde yazılımları millileştirerek bu teorik olasılığı da ortadan kaldırıyoruz. Bu bahsi geçen projelerin hepsinde yazılımlar milli olacak ve mümkün olduğunca milli bilgisayarlar kullanılacak veya kullanılıyor.

Örneğin, sıkça dile getirilen IFF (dost düşman tanıma sistemleri) iki ana bölümden oluşuyor. Donanım (IFF sistemini kendisi) ve dost düşman tanıma algoritmalarından ibaret. Türkiye kendi geliştirdiği algoritmaları (IFF şifreleri kriptolanıyor) kullandığı için kim dost kim düşman zaten biliniyor.

Basında zaman zaman çıkan Türk F-16′sı Yunan F-16′sını tanımıyor iddiası sadece safsatadan ibaret. Her ülke kendi kriptosunu kullanıyor bu sistemlerde ve otomatik olarak dost düşman ayrımı yapılıyor.

Netice itibariyle öyle masa başından bir tuşa basarak, bir uçağın düşirilmesi veya saf dışı bırakılması o kadar kolay değil. Ancak size satılan uçağın radarının çalışma prensibini bilen bir ülke o radarı veya uçağın attığı füzeyi karıştırabilir. Ya da daha fazlası o uçağın yedek parçasını size göndermeyerek de aynı sonuca varabilir. Bakın ABD bugün, 1980′lerde Afganistan’da dağıttığı çok sayıdaki omuzdan havaya atılabilen güdümlü portatif (MANPADS) Stinger füzelerini Taliban’ın elinden yüksek miktarda paralar vererek geri almaya çalışıyor. Stinger omuzdan hava hedeflerine fırlatılan, kızılötesi güdümlü (IR) at/unut tarzı bir füze ve özellilkle helikopterlere karşı tehlikeli. ABD bunları demek ki elektronik yöntemlerle devre dışı bırakamıyor ki zar zor bölük pörçük toplamaya çalışarak tehlikeyi minimize ediyor. 

Yine aynı Amerika, İran’a 1970′li yıllarda binlerce savaş uçağı ve helikopter sattı. Bunların arasında 225 adet F-4 Fantom, 169 tane F-5E/F Tiger II, 79 adet F-14 Tomcat gibi dönemin süper modern savaş uçakları, dile kolay 202 adet çift motorlu AH-1J tipi taarruz helikopteri ile, bizde bugün bile hala kullanıma henüz girmemiş olan 117 adet CH-47 tipi ağır yük helikopterleri dahi var. İran bu uçakları ve döner kanatları büyük oranda 1980-1988 Irak-İran savaşında kullandı, bugün hala hatırı sayılır miktarda F-4 Fantom uçağı ve bir miktar hala uçurabildiği F-14′ler var. ABD bunları ne bu sekiz yıllık savaşta, nede bugün asla saf dışı bırakabiliyor. Dolayısıyla her komplo teorisine de itibar göstermemek ve hususlara uzmanları tarafından bilimselce ve mantıklıca yaklaşmakta fayda var. 

“YÜZDE YÜZ YERLİ ÜRETİM OLMAK ZORUNDA DEĞİL”

Her şeyin tamamen millisi söz konusu olmasa da silah sistemlerinin en azından genel yapı olarak, ülkemizin ihtiyaçlarına göre dizayn edilerek, bir kısım sistemlerin başkalarından alınarak entegrasyonu söz konusu olabilir. Bunun için gereken yatırım finansmanının bulunması ise başka bir konu. Biraz daha açmak gerekirse; savunma sanayinin gelişimi, dolayısıyla milli askeri teknolojilerin oluşturulmasının bir kaç ayağı vardır. Savunma sanayi diğer sanayi sektörleri ile iç içedir ve ayrılamaz. Örneğin, Türk otomotiv sektörü ve yan sanayicisi olmasaydı bugün Türkiye 3-4 büyük ölçekli zırhlı araç üreticisi çıkaramazdı.

Özel firmalar statüsündeki, daha çok askeri alanda faaliyet gösteren FNSS haricinde, Otokar ve Otokar’dan çok daha büyük oranda olmak üzere BMC gibi firmalarımızın ana üretim kalemlerinin büyük payı sivil sektör içindir. Bir diğer örnek çelik, döküm ve ağır sanayi tesisleri olmazsa gemi inşa sektörünün gelişmesi de zordur. Savunma sektörünün diğer bir ayağı üniversite ve sanayi iş birliğidir ve bu iş birliğini destekleyen Araştırma Geliştirmeye (ArGe) ayrılan kaynaktır.

Bu aşama aynı zamanda sektöre insan gücü yetiştirilmesinde büyük rol oynar. Üniversitelerde master, doktora yapan öğrenciler reel projeler üzerinde öğrenirler ve derslerde öğrenilen teoriyi uygulama ile pekiştirirler. TAI, Aselsan, Havelsan gibi temel savunma sanayi firmalarının insan kaynakları incelendiğinde önemli üniversitelerimizden yüzlerce mühendisin bu kuruluşlarda istihdam edildiğini görebiliriz. Kanaatimce sonuncu ayak ise savunma sanayinin gelişimi için ilave kaynak ayrılması mutlak gerekli olan bir husustur. SSM fonu bu yüzden ek kaynak yaratılarak, firmalarımızın projeler ile desteklenmesini sağlamıştır. Başlangıçta lisanslı ürünler ile büyüyen Türk savunma sanayi, yıllar içinde artık özgün ürünler çıkarabilecek seviyeye gelmiştir. 

Türkiye’nin stratejik konumu nedeniyle bazen silah sistemlerinde maliyet etkinlik yerine stratejik ihtiyaca bakılmaktadır. Sektör açısından askeri kara araçlarında ve elektronik/yazılım sektörlerinde Türkiye rekabetçi firmalara sahiptir ve ilerde bu firmaların yüksek miktarlardaki ihracat satışlarını duyabiliriz. Son olarak burada ArGe’nin önemini yeniden vurgulamak istiyorum. Gelişmiş ülkelerde bile, zengin bütçelerine rağmen ArGe’ye ayrılan pay yüzdelerle ölçülür. Bizde bu oran maalesef bütçemizin düşük olmasına rağmen çok daha düşük seviyededir ve bindelerle oranlanmakta. ArGe uzun vadeli bir yatırımdır, politik yasama dönemlerini aşar ve meyvesini uzun vadede sonradan toplarsınız. Dolayısıyla gerçek bir milli politika gütmek istiyorsak, “benden sonraki hükümete yarar” zihniyetinden kurtulmalıyız ki burada mevcut durumun öyle olduğunu ima etmiyorum, genel olarak konuşuyorum.

“TAARRUZ HELİKOPTER SAYIMIZ ÇOK YETERSİZ”

Sürekli askeri helikopterlerin kaza ile düştüğü bir ülkeyiz. Helikopterlerimiz çok mu eski?

Öncelikle hayır, genel manada helikopterlerimizin ortalama yaşı eski değil. Bakın başka bir konuya girelim bu bağlamda. Türkiye 1978′de kurulan ve şu an dünyanın en ‘zengin’ bölücü terör ve suç örgütlerinden Bölücü Terör Örgütü/KONGRA-GEL ile, gayri nizam harbi açısından, 1984′te başlayarak, yani brüt 28 yıldır askeriyle, polisiyle, korucusuyla, siviliyle mücadele ediyor. Söz konusu terör örgütü, gerek Avrupa Birliği, gerekse ABD dahil NATO nezdinde, diğer KADEK ve KONGRA-GEL gibi örgtün sembolik eski ve yeni isimleriyle birlikte resmen terör örgütü olarak kabul ediliyor.

Bugün böyle bir tehlikeye karşı 28 NATO ülkesinin ABD’den sonra en büyük ordusunun kara kuvvetlerinin, yani Türk Kara Kuvvetleri’nin kaç tane modern taarruz helikopteri var biliyor musunuz? Kullanılabilir sadece 6 adet AH-1W tipi Süper Kobra helikopteri var. Geçenlerde, yıllardır süren müzakerelerin sonucunda ABD’den üç adedi daha az kullanılmış olarak 111 mılzon dolar malızetle temin edildi ki bunlara kendilerinin de ihtiyacı da çok fazla ama 3 helikopter nedir ki? Böylelikle pratikteki toplam brüt AH-1W Süper kobra miktarı tekrar 9′a çıktı. 1990 ve 1993 yıllarında ABD’den 5+5 şeklinde toplam 10 adet AH-1W Süper Kobra alabilmiştik ki aslında reel ihtiyacımız minimum 40 taarruz helikopteriydi.

Ayrıca Türk medyası AH-1P/S Kobra ile, bu Süper Kobra’ları birbirine karıştırmakta. Klasik kobralar, ikinci el, çok kullanılmış olarak 1992 yılında “as-is” yani olduğu vaziyette, hidrolik yağı sızdıranlarda da dâhil olmak üzere alındılar ve bunlar sonradan elden geçirilerek bir miktar modernize edildi ve platformlar ortalama 40 yaşına geldikleri halde bunların 20 küsürü hala kullanımda. Bunlar tek motorlu, performansları çok daha düşük ve bölücü terör örgütüne karşı AH-W Süper Kobra’lara nazaran etkin kullanılamayan platformlar.

Bunların daha gelişmiş Süper Kobra helikopterlerinden optik farkını dahi daha ilk bakışta görebilirsiniz. Cift motorlarına, silah yelpazesine dahi bakılması yeterlidir. 10 adetlik yetersiz sayıdaki Süper Kobra mevzusuna bir ekleme yapmakta da fayda var. Türkiye’nin AH-1W’lerin performansından memnun kalmasının sonucunda, sipariş maksatlı Nisan 1995 tarihinde 5 adet, yine bir ay sonra 5 adet AH-1W Super Cobra daha eklenerek, ilave 10 adet daha AH-1W alınması için helikopterin üreticisi Bell firması ile 150 milyon dolarlık ($ABD) bir anlaşma imzalanmıştı. Maalesef bu az sayıdaki ikinci 10 kalemlik AH-1W dilimi bize nasip olamadı.

Nitekim Bell firması ile yapılan anlaşmanın yürürlüğe girmesi için gerekli olan ABD hükümetinin satış onayı ne yazık ki çeşitli siyasi engellemelere takıldı ve sürüncemede kaldı. Nihayet Türkiye, ABD’nin takındığı bu tavır karşısında 1997 yılında on adetlik ilave AH-1W siparişini iptal ettiğini bir yazı ile Bell firmasına bildirmek yorunda kaldı. ABD’nin bu yanlış tavrının arkasında yatan gerekçeyse, AH-1W Süper Kobra’ların Güneydoğu Anadolu’da bölücü terör örgütüne indirdiği darbelerin bazı yabancı basın ve yayın kuruluşları tarafından maksatlı olarak çarpıtılarak, sözde masum insanların öldürüldüğü şeklinde Avrupa ve ABD’deki basına aksettirilmesiydi.

“HELİKOPTER VERMEK İSTEMEDİLER”

Ayrıca Türkiye de, burada dün ve bugün de olduğu gibi terör sorununu ve derdini dışarıya yeterli derecede anlatamadı ve kısmen de olsa hala yetersiz (dışardıki salla başını al maaşını tipi) görevlilerinden dolayı da anlatamıyor. Bu sayede taarruz maksatlı AH-1W Süper Kobra helikopterlerinin Türkiye’ye satışına karşı uluslararası kamuoyu baskısı tesis edilebildi. Bu tür karşıt lobi çalışmalarına ABD’deki Rum-Yunan ve Ermeni lobilerinin verdiği destekleri de göz ardı etmemek gerek. ABD’de dönemin Başkan Bill Clinton hükümeti de, kendi iç politik dengelerini muhafaza etmek için bu satışa onay vermedi, hatta ABD Kongresi’ne AH-1W Süper Kobra FMS kanallı (Yabancı Askeri Satışlar) satış ile ilgili herhangi bir bildirimde dahi bulunmadı.

O gün bugündür de Türkiye, bu son derece önemli taarruz helikopteri mevzusunu, çeşitli ihaleler dahil olmak üzre sürekli erteleyip durdu. Şimdi T-129 projesinin seri üretim açısından somutlaşmasını bekliyoruz eğer kısmet olursa ki bu konuda umutluyum. Evet, sadece 10 adet yeni Süper Kobra alabildik dedim. Söz konusu 1990/93 yıllarında aldığımız 10 adet Süper Kobra helikopterimizden ikisi, bölücü terör örgütü tarafından 18 Mayıs 1997 ve 23 Şubat 2008 tarihlerinde, Balyoz ve Güneş operasyonları sırasında Irak’ın kuzeyinde düşürüldü. Her iki olayda da birer pilot ve silah sistem subayı olmak üzere toplam dört subayımız şehit düştü. Böylelikle söz konusu 10 Süper Kobra helikopterinden geriye 8 adet AH-1W Süper Kobra kalmıştı. 

“ATATÜRK’TEN BU YANA YENİ ÜRETİM OLARAK SADECE 77 TANK ALINDI”

Daha sonra, 25 Şubat 2003 tarihinde Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı’ndaki helikopter hangarı, aşırı kar yağışı sonucu çöktü. Olayda hangar içinde ağır hasar gören beş helikopterimiz arasında üç tane de Süper Kobra bulunuyordu ve bunlar hurda derecesine geldiler. Her ne kadar bu helikopterler sonradan azimle onarılarak yeniden tamir edilmiş olsalar da bu üç Süper Kobra’dan ikisi, bir daha aktif faaliyete katılamayacak kadar saf dışı kaldı. Yani operasyonel görev için uçurulabilen Süper Kobra sayısı sadece 6′ya inmiş oldu. O gün bugündür bir sortide seferber edebildiğimiz azami Süper Kobra sayısı aslında pratikte 3-4′ü geçememekte, yani diğerleri yerde bakımda. Şimdiyse, Eylül ayı itibariyle – kuşkusuz işe yarayacak olan – üç tane daha AH-1W Süper Kobra helikopterini ABD Deniz Piyade Kolordusu (USMC) tarafından ikinci el/kullanılmış olarak 111 milyon dolara ($ABD) nihayet alabildik diye şu an devletçe bayram havasındayız. İşte kara kuvvetlerimizin modern envanter bardağının bana göre oldukça boş olan kısmının durumu budur.

Netice itibariyle, NATO’ya girdiğimiz son 60 yılda yeni üretim olarak alınan sadece ve sadece 77 tane tank ve topu topu 10 adet taarruz helikopterimiz var. Her ne kadar ekonomisi dibe vurmuş olsa da batı çılgın komşumuzun bile son yıllarda aldığı yeni, son model 170 adet Leopard 2A6 tankı + 1983-84′te bizim 77 tanka paralel yeni üretim olarak tedarik ettikleri 106 adet Leopard 1 ve 30 adet AH-64 Apache helikopterleri bile bu rakamlarımızı katlıyor. İran’ın bile 1970′lerde ABD’den bizdeki Süper Kobra’ların babası diyebileceğimiz çift motorlu AH-1J Sea Cobra tipi taarruz helikopterinden bir kalemde 202 adet temin ettiğini söylemiştim. 

Kara kuvvetleri gibi önemli bir silahlı kuvvetinizin ateş gücü ne kadar yüksek, kullandığı platformları ne kadar yeni ve sofistike, silah ve mühimmat sistemleri ne kadar gelişmişse, bir savaşta o kadar yaklaşık ona oranla kayıp verirsiniz. Yoksa Mehmetçiğin sırtına 30-40 kilo yükleyerek harbe gönderirseniz, elbette askerimiz bunun üstesinden gelir ve her savaşı er geç kazanırız ama şehit oranımız da ona göre yüksek olur. Dolayısıyla kara kuvvetlerimiz özellikle asker sayısı bakımından güçlüdür ama bu istenilen oranda modern olduğu anlamına gelmez. Bizim de askerimizin kıymetini, gelişmiş ecnebi ülkelerdeki gibi bilmemiz artık bir farzdır.

Bu arada Türk Kara Kuvvetleri’nin bizdeki askeri hiyerarişde konumlu çok önemlidir. Bir örnek vermek gerekirse, kanunen genelkurmay başkanları, diğer ülkelerde de pratikte de uygulandığı gibi her kuvvetten seçilebilir. Bu hava, deniz, kara hiç farketmez. Ama bizde hukuki bir dayanağı olmayan yazılmamış bir kural var şahsen ben bunu çok doğru bulmasamda. Bugüne dek cumhuriyet tarihimizde 27 genelkurmay başkanımız, öteden beri istisnasız hep kara kuvvetleri kökenli. Bu resmi cumhuriyet tarihimiz 1923’te Mareşal Fevzi Çakmak’la böyle başladı, halen de Org. Necdet Özel’le böyle devam etmekte. Fakat en büyük kuvvetimiz olsada, bunu gerektiği gibi modern silahlarla yeterli seviyede donatmakta bu devletin boynunun borcudur ve buna mecburdur. Deniz ve hava kuvvetlerimizin genel manada ateş gücü 21. Yüzyıl nezdinde daha yüksek ve modern olduğuna göre, burada on yıllardır yapılan hatalar kapsamında sadece siyasileri suçlamakta vefasızlık olur, zira asker söyler, hükümet almaya çalışır. 

Bu bağlamda Bkz: “2000’li yıllarda 2000 yıllık Türk Kara Kuvvetleri” 12 Mayıs 2009 tarihli ( http://www.savunmasanayi.net/2000li-yil ... ri-i%C2%A0 ve/veyahttp://www.trsavunma.com/files/TRS-KKK-2000-2.pdf ) yazım.

Milli piyade tüfeğinin TSK’ya teslim edilmesi planlanıyor. Bu tür yerli askeri teknoloji konusunda umutlu musunuz? Türkiye bu konuda kendini aşabilecek ve rakipleriyle yarışabilecek bir düzeye gelebilir mi?

Genel olarak umutluyum fakat bu milli piyade tüfeği ve sözde yerli tank projesi için tam olarak geçerli bir kanaat değil.

Milli Piyade Tüfeği olarak burada bahsettiğiniz ‘şey’ kamuoyuna Mehmetçik-1 prototipi olarak lanse edilen silahsa bu maalesef MKEK’in yol açtığı adeta bir skandaldır. Söz konusu kuruluş devletimizin savunma sanayii alanındaki tek şirketidir, dolayısıyla bir KİT’tir. Bugüne dek hiç bir silah ya da mühimmatı ciddi manada sıfırdan kendisi geliştirerek seri üretimini yapamamıştır ve geleneksel olarak lisans altında üretim yapan bana göre hantal bir kuruluştur.

Örneğin otomatik piyade tüfeği 7,62 mm’lik G3’ü (G3A4, G3/A5) Alman Heckler & Koch (H&K) lisansıyla 1967’den beri; yine aynı firmanın 9 mm’lik MP5 tipi makinalı tabancasının (MP5/A3, MP5K) 1983’te lisansı alınmış ve bu da 1985’ten beri üretilmektedir. H&K‘nın 500 bin silaha yakın lisansı 1998 yılında alınan, fakat üretimi 120 binlerde durdurulmak zorunda kalan G3’ün 5,56 mm’lik versiyonu HK33-E de benzeri şekilde bir lisans üretimidir.

Yine bir Alman firması olan Rheinmetall’in 7,62 mm’lik MG3 tipi makineli tüfeği de MKEK tarafından Alman teknoloji transfer ve lisansı sayesinde üretilebilmektedir. Modernize edilen 170 adet M60 A1 tankımızın 120 mm’lik 44 kalibre uzunluğundaki toplarının da MKEK icadı olmadığı, bir lisans üretimi olduğu da bir sır değildir. Bugüne dek lisans satın alarak teknoloji transferleriyle MKEK bu sayede 760 bin adet G3 tipi otomatik piyade tüfeği, 40 bin adet MG3 makineli tüfeği ve 80 bin adet MP5 makineli tabancası imal etmiş ve lisans hakları sayesinde bunları yurt dışına da ihraç etmiştir.

Mehmetçik-1 mevzusunda maalesef Türk kamuoyunun burada aldatılmasına yol açılmış, medya ve kamuoyuna bu tüfek tamamen yerli bir silah olarak lanse edilmiştir. Heckler & Koch firmasının silahlarını yakından tanıyan biriyim. Söz konusu silah Hecker & Koch firmasının yeni bir ürünüdür ve iptal edilen XM8 projesinden edinilen tecrübeler doğrultusunda, M16 ve 5,56 x 45 mm kalibrelik M4 (M16A2 karabina) silahlarının yerine gelmesi için 2005’ten beri üretilen HK416 silahından başkası değildir.

Bu tüfekte muhtemelen G3, HK33, MG3, MP5.. örneklerinde olduğu gibi Almanya’dan, lisansı alınarak teknoloji transferiyle MKEK üzerinden temin edilecekti. Mehmetçik-1 adlı tüfek bir HK416 versiyonu dahi değildir, kapsamlı bir modifikasyon yoktur, bu bir iki minik optik değişiklik dışında neredeyse tıpa tıp HK416′ dır.

Önceleri bir şekilde H&K firması ile anlaşılarak HK416’i bir nevi lisans altında üretip bunu sözde özgün bir tasarım olan Metmetçik-1 gibi lanse etmeyi planlamışlardı kanaatimce. Zaten öyle olmasa, MKEK’in yaptığı bir suç teşkil ederdi zira bu Mehmetçik-1 denilen tüfeğin HK416 olmadığını görememek için kör olmak gerekir ki, bunun H&K silahı olduğunu artık „Sağır Sultan“ da duydu.

Aksi takdirde H&K her ne kadar MKEK’in geleneksel bir müşterisi olsa da, burada hukuki açıdan yinede hakkını arardı. Dolayısıyla burada bana göre Türk kamuoyuna saygısızlık yapılmış, medya ve halk gereksiz yere yanlış bilgilendirilmiştir. Bu H&K rezaletinden sıyrılmak için şimdilerde yeni otomatik piyade tüfeğinin tasarım faaliyetleri Kale Kalıp’ın ürettiği bir çözüm baz alınarak türetilecek ve bu bağlamda belli sayıda bir değişiklikle patenti aşacaklar galiba. MKEK maalesef öteden beri hantal bir devlet kuruluşudur, tasarım ve ArGe oranı son derece düşük, hali hazrdaki ecnebi menşeili lisans üretimi had safhadadır. MKEK’in kendi verilerine göre 5784 personelinin 270’i kadrolu, 2206’si sözleşmeli ve 3318’i işçidir, mühendis oranı çok düşüktür.

İlk uçağı 1938 yılında yapmışız. Biz uçak yaparken Boeing ve Airbus yoktu. Ancak daha sonra şaibeli çeşitli nedenlerle üretimi durdurmuşuz. Bu işte neden geç kaldık? Burada NATO, ABD veya bir İsrail müdahalesi mi oldu? ASELSAN’daki şüpheli mühendis intiharlarını da göz önüne aldığımızda dışarıdan bir el mi gelişmeyi engelledi?

Uçak üretiminde günümüzde geri kaldığımız doğrudur; ama bu geri kalma aşamasının, genç Cumhuriyetimizin kurduğu ilk uçak fabrikasının kapatıldığı 1959 yılında resmen start alğını söyleyebiliriz. Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün teşvikiyle, Türk-Alman işbirliği kapsamında 1925’te Kayseri’de kurulan Tayyare Otomobil ve Motor A.Ş. (TOMTAŞ), 1920’lerde Junkers A-20, 1930’lu ve 40’lı yıllarda başarıyla Curtis-Wright, Gotha 145 ve Miles-Magister gibi uçak üretimleri yapmış, bunlar yurt dışına dahi ihraç edilmiştir.

Fakat dönemin Adnan Menderes hükümeti, özellikle ABD’den ikinci el hazır uçak ithalatına ve en başta beleş gibi gözüken hibe yardınlarına yönelince, TOMTAŞ sipariş alamaz hale geldi ve kurumun uçak üretim tesisi 1952, motor üretimi ise 1954’te Makine Kimya Kurumu’na devredildi. 1955’te de motor fabrikası traktör fabrikasına çevrildi ve nihayet 1959’da uçak üretimi, planlandığı gibi tamamen durduruldu. Askeri uçaklarımızı ise 1950’li ve 60’lı yıllardan sonra ABD’den ikinci el olarak temin etmeye başladık, zira hazır ucuz tüketim dönemin iktidarının daha çok işine geldi.

Yine Atatürk’ün havacılık vizyonuna uygun vasiyetiyle 1940’lı yılların Ankara’sında havacılık ve uzay teknolojilerinin önünü açacak olan bir yatırım olan, döneminde dünyanın sayılı modern rüzgâr tünellerinden biri 1947-1950 yıllarında inşa edildi. O kadarki bu o dönemin teknoloji harikası tünelin Türkiye’ye maliyeti için kabaca dönemin bütçesinin üçte biri harcandı. Tünelin inşasını o zamanlar, dünyanın gelişmiş ülkeleri hayranlıkla incelediler. Fakat 1950’li yıllarda yine dönemin malum hükümeti tarafından tünel kullanılmadı, kapısına duvar örüldü, kilit vuruldu, kısmen depo ve mescit olarak kullanıldı. Bunun yerineyse ABD’nin meşhur Marshall hibe yardımları benimsendi. 1972’de TÜBITAK’a devredilen rüzgâr tüneli, 1998 yılında yeniden faaliyete geçirildi ve tünelin en yüksek hızda çalıştığında bile, akustik yani ses emisyonunun çok düşük olduğu bugün dahi, yaklaşık yarım asır sonra belirlendi.

Biz geçmişte daha hiçbir komplike teknolojik altyapısı olmayan jet uçaklarının yapımına kafa patlatmış olsaydık, sonraki yıllarda radarlı vb uçaklarda üretebilecek, belki bugünkü bir Fransa, Almanya ve İsveç ayarında uçak üretiyor olabilirdik.

Hayatında ilk defa uçan bir şeyler dizayn etmeye çalışan ülkemizin bütçesi, Türkiye ekonomisini geçen ülkelerin gerisinde kalması için bu ülkelerce bir şeyler yapılmasına ihtiyaç duyulmayacağı aşikar. Bırakınız uçak yapmayı, milli bilgisayar, hatta özgün otomobil bile dizayn edemeyen, Avrupa’nın güldüğü bir hız ve teknolojide internete giren Türk genel gençliğinden yarın uçak yapmasının beklenmesi dahi bir cesaret göstergesidir.

Yapılamaz mı, pek tabii yapılır. Üniversitelere ve öncesinde liselere ayrılan paralar arttırılırsa, öğrencilerin entelektüel ve bilimsel bakış açısını kamçılayacak bir eğitim verilirse neden olmasın? Fen bilimlerinde ki en büyük kavganın evrim teorisi olduğu, CERN’de ne olduğunu bilemeyen, dünyayı Da Vinci’nin şifresi gibi romanlardan takip eden bir ülkenin, daha kat edeceği çok yol vardır. Daha geçenlerde ODTÜ’nün bilimsel dergi çıkarmaktan vazgeçtiği haberleri çıkmıştı. Bilimsel makale yayınlamaktan aciz bir üniversitenin uçak dizayn etmesi, mağara devrinde yaşayan birinin iki bilinmeyenli bir denklem çözmesini beklemekten daha hayalci davranmakla eşanlamlı.

Bu bağlamda size kara kuvvetlerimizden başka iki çarpıcı somut örnek vermek isterim. Bugün bırakın kendimizin kısmen üretmesini, ikinci el olmayan, yani kullanılmamış tank sayımız kaçtır biliyor musunuz? Türk Kara Kuvvetleri için tedarik edilen, NATO’ya 1952’de girdiğimizden, yani son 60 yıldan beri? Bugün sözde binlerce tankımız var ama alabildiğimiz yeni tank sayısı topu topu 77 adetten öte değil. Bunlar da 1982/83 yılında Almanya’dan aldığımız Leopard 1A3 tankları. Kaldı ki Almanya bu tarihte Leopard 1 tanklarının üretim hatlarını çoktan kapatmıştı, kendisi için üçüncü nesil Leopard 2 tank üretimi 1979 yılında başladığından. Sırf Yunanistan’ın ve bizim ikinci nesil Leopard 1 tankı siparişlerimizden dolayı bu eski üretim hatları yeniden açıldı ve şu ana dek aldığımız yeni tank sayısı maalesef sadece bu 77 tank ile sınırlı.

Bugün kara kuvvetlerimiz bünyesinde üç değişik nesil (1, 2 ve 3. nesil), dört değişik ana tip (M48, Leopard 1, M60, Leopard 2) ve en az sekiz model/konfigürasyon (Leopard 2A4, M-60T..) tankımız var. Bu adeta bir kolleksiyon. Stratejik ve taktik standardizasyon burada asla söz konusu değil. En modern tanklarımızsa ateş gücü, mobilite ve genel pasif koruma bakımından Leopard 2A4 ve M-60T tipi ana muharebe tanklarımız.

Leopard 2A4 tankları üçüncü nesil ve Almanya’dan oldukça ucuza, ikinci el olarak 2006-2011 yıllarında iki proje kapsamında 298 + 41 şeklinde (+15’i yedek parça maksatlı) deniz yoluyla Almanya’dan Kocaeli üzerinden transfer edilerek teslim alındılar. 80’li yılların teknolojisini içeren az kullanılmış bu tanklar üçüncü nesil ve bu nesil başka tank platformumuz yok. Leopard 2A4 tanklarından toplam 339 adedi envanterimizde mevcut. Bunlar 1500 BG ile dizel/karma yakıt motoru ile mobilite bazında en güçlü, dolayısıyla en çevik ve en hızlı tanklarımız. Bunların 120 mm’lik (120/44) Rheinmetall topları ise efsanevidir ve bu alanda 30 yıldır bir çığır açtı. 140 adet M60 A1 tankı ise İsrail’in IMI kuruluşu kanalıyla tanesi 4 milyon dolara ($ABD) modernize edildi ve bunlar 2006-2010 yıllarında teslim edildi. M60T tankının topu da 120 mm 44 kalibre takılarak Leopard 2 seviyesine getirildi fakat tankın motoru, tank çok ağır olduğu için güç/ağırlık açısından oldukça yetersiz seviyede. Tankın atış kontrol sistemi ve kısmen kule zırhı ise sadece savaş zamanında monte edilen reaktif zırh olsa bile, bundan dolayı gelişmiş vaziyette.

Leopard 1 (A1/A1A4) tanklarımızın 171 adedi, ASELSAN’ın ana yükleniciliğiyle iyileştirilmişlerdir. Burada tankın ana silahı, yani 105 mm’lik L7A3 topuna, 830 BG’lik MTU MB 838 motoruna ve kaynaklanmış çelik zırhına dokunulmaksızın, Volkan Atış Kontrol Sistemi entegre edilmiştir. Dolayısıyla bu bir modernizasyon değil, iyileştirme olarak tanımlanmıştır. Projenin tank başına maliyeti neredeyse 1 milyon dolardır ($ABD) ve projeyi doğrudan eleştirmesemde bu oldukça külfetli bir maliyettir.

Bu arada elimizde binlerce, demode platform olan M48 serisi tank var. Bunlar 1950’li yıllarda geliştirilmiş ve 1950 ve 60’larda üretilmiş platformlar. M48’ler orijinalinde 90 mm toplu, benzin motorlu, klasik homojen çelik döküm zırhlı tanklar. ABD ve Alman askeri dilim yardımları ve teknoloji transferleriyle bu tankların 2300 kadarı üç ayrı proje çerçevesinde 1982-1991 yıllarında modernize edilmişti. Bu kapsamda tanklara 105 mm top ve dizel motor yanında, projeye göre pasif gece görüş cihazı, yeni atış kontrol sistemleri, lazer mesafe ölçeri, stabilizasyon donanımı ve balistik bilgisayarı gibi sistemler de entegre edilmişti. Bir miktar modernize edilmiş olsalar da yarım asrı rahat aşan bir dizayn olan M48 tanklarımız artık teknolojik ömürlerini doldurmuşlardır ve tank muharebeleri açısından her hangi bir yüksek değerleri söz konusu değildir.

Keza Türkiye M60 tankları ile bile ancak 1993 yılında tanışabilmiştir. Buna göre ABD’nin ikinci el stoklarından 274 adet M60 A1 (PASSIVE) ve 658 adet M60 A3 (TTS) tankı tedarik edilmiştir. 170 adet M60 A1 tankının İsrail ile ortaklaşa modernize edildiğini de demin dile getirmiştim.

Emektar M60 tanklarının A3 modellerine ise henüz dokunulmadı. Görebildiğim kadarı ile Suriye sınırına takviye amaçlı nakledilen tanklar, büyük oranda işte bu M60 A3 modelleri. M60, ikinci nesil, orta sınıf bir ana muharebe tankı. Orijinalinde topu 105 mm çaplı, motoru dizel. Kule zırhı çelik döküm, ana gövdeyse kaynaklı çelik plakalarından oluşuyor. 1960’lı yıllarda geliştirilen ikinci nesil M60 tankı bugün biz hariç hemen hiç bir modern batı ordusunda kullanımda olmasa da, olası bir muharebede bunlar en azından Suriye’nin demode T-54 ve T-55 tankları yanında güncelliğini kaybeden T-62 ve T-72 tankları için yeterli güçte. Bizim bu tank konusundaki artımız, her ne kadar M60 tanklarımızın harekâta hazırlık oranı kabaca % 50’lerde olsa da, tank miktarımızın fazla olmasıdır. Bakın bir seferde ilave 250 tankı sınıra intikal ettirdik diyor sivil basın (reel rakamlar bende saklı kalsın). Suriye zamanında, biz İmralı’daki terörist-başı için 16 Eylül – 9 Ekim 1998 zaman zarfında rest çektiğimizde, Suriye sınıra ancak 50 kadar çalışabilir tankını sevk edebilmişti; birazda cephesi güneye, yani İsrail’e dönük olduğundan. Hesaplayın artık aktif rakamları.

Yeni ana muharebe tankı projemiz Altay ise, Güney Kore’nin XK-2 tecrübeleri baz alınarak Güney Kore teknik desteği ile geliştirilmekte. Ana parametreler bazında, ateş gücü, motor ve zırh bakımından Altay‘ın, Leopard 2A7+ ayarında bir tank olması beklenebilir. Zaten tankin üc ana parametresi olan top, motor ve zirhtan ilk ikisi ALmanya menseili. Diğer zırh ve alt komponentler Güney Kore kaynaklı. Fakat atış kontrol sistemi ile kule dizaynı tamamen yerli, ayrıca “soft/hard kill“ pasif/aktif elektronik harp koruma ve müdahale sistemleri daha da gelişmiş olacak deniyor fakat ben “hard kill” hususunda temkinliyim zira bu bir opsiyon ve planlamalar kapsamında odaklanılan somut bir sistem henüz göremiyorum.

Fakat bu Altay hususuna, bu tank seri üretim aşamasına geldiğinde detaylıca değinmekte fayda var. Her şey planlandığı gibi giderse seri üretim için 2010’lu yılların ikinci yarısını beklemek ve hatta 2020’ye odaklanmak pek de abartılı olmaz diye düşünüyorum. Unutulmasın ki biz bu “süper futuristik” olduğu vaad edilen tankı 21. Yüzyıl’ın ortalarına, yani önemli bir bölümümüzün belkide vefat ettikten sonrasına kadar kullanacağız.

Aselsan’da ki intihar vakalalarına gelince. Şimdi bakın, Aselsan mühendisleri (Allah (c.c) rahmet eylesin hepsine) konusu da yine başka bir dezenformasyondur. Toplamda intihar eden Aselsan mensubu mühendis sayısı aslında iki. Buraya yamanan bir üçüncü şahıs, yedi sene önce kuruluştan zaten çoktan ayrılmış. Yani üç Aselsan mühendisi değildir intihar eden ama biz o vakayı da bu komploya yamadık kamuoyu olarak ve bunu çoğaltmış olduk. Dolayısıyla burada iki intihar söz konusu.

Bakın açılımı Askeri Elektronik Sanayii olan ve 1975’te kurulan Aselsan, yaklaşık %84.5 oranında Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na ait. Bugün bu milli vakıf kuruluşumuzda yaklaşık 4000 kişi çalışıyor ve bunların da %40′ı mühendis, yani burada tam 1600 kadar mühendis çalışıyor. Bu çok yüksek bir mühendis oranı. Daha büyük bütçeli ve kanaatimce verimsiz çalışan hantal MKEK’te bu mühendis oranı % 10 civarında mesela. Önemli projelerde de sadece bir mühendis çalışma yapmaz, içinde belki düzinelerce mühendis bulunan proje grupları yapar. Yani ulusal çıkarlarımız iki mühendise bağlı değildir. Bu koplo iddiaları son derece komik ve bize yakışmıyor.

Yani bir mühendis intihar değil de, önemli bir projeden özel nedenler ile ayrılırsa bile o proje durmaz, herkesin bir iş bölümü vardır. Ayrılan kişinin iş bölümüne başka bir mühendis atanır ve proje devam eder, herkesin yeri dolar, kimse vazge.ilmez kilit pozisyonunda değildir. Demek istediğim, intihar konusu kamuoyunca çok abartılıyor. Sanki vefat eden bu mühendisler Aselsan’ın bütün projelerini yürütüyormuş gibi bakılıyor ki bu çok yanlış. Bir de gözlerden kaçan bir başka husus, intihar eden mühendislerimizden birinin psikolojik sorunları olduğu ve bu kişinin psikolojik tedavi gördüğü hususunun da asla göz ardı edilmemesi gerekliliği.

Bakın bir başka somut örnek vermek gerekirse, Isparta’da beş yıl önce, 30 Kasım 2007’de MD-83 tipi yolcu uçağımız düştü hatırlarsınız ve bu kazada 7 mürettebat dâhil 57 insanımız öldü. Ne komplo teorileri üretildi hatırlayın? Teknolojik bir parçadan, mühendislerden, bilim adamlarından, dış güçlerden bahsedildi ve olay tamamen bir çok yöne saptırıldı. Sonradan anlaşıldı ki uçak sabıkalıymış ve düzinelerce arıza ve çürük raporlarıyla adeta uçan bir tenekeymiş, uçağın şimdiye dek düşmemesi adeta bir mucizeymiş.

Dolayısıyla Aselsan mühendislerimizin öldürüldüğü iddiasının bir halk efsanesi haline geldiği, hatta devlet büyüklerimiz tarafından şimdilerde malum bir dava dosyasına dâhil edildiği bile malum olmakla birlikte, bu husus basit bir komplo teorisidir ve iddialar gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Tekrar Allah rahmet eylesin ve yakınlarına sabır versin, iki ASELSAN mühendisimiz burada intihar etmişlerdir fakat bugün ASELSAN’ın tüm projeleri planlandığı gibi aksamadan devam etmektedir.

Özge Kılınç

http://www.savunmasanayi.net/roportaj-2/roportaj-2/

Resimler:

http://www.savunmasanayi.net/roportaj-r ... j-resimler

http://www.savunmasanayi.net/roportaj-r ... esimler-ii

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder